Çiftçi tarlasını sürerken yetiştireceği ürünle ailesinin karnını doyuracağını bilir. Güneşin altında kavrulmasına başka anlamlar yüklemeye çalışmaz. Marangoz keserini sadece ve sadece ağaca şekil vermek için sallar. Koltuk, kapı, pencere yapar ve satar. Kazandığı parayla da geçinir. Balıkçı balık tutar, terzi kıyafet diker. Bunların tümünün emeği günlük hayatta ne işe yaradığı bilinen somut bir ürün elde etmeye yöneliktir. Ortaya çıkanın yararlığı kesin ama sınırları da bellidir. Marangoz, ‘Yaptığım koltuğa oturduğunuz süre ikiyle çarpılıp ömrünüze eklenecek’ dese kimse inanmaz. Hiçbiri emeğinin sonuçlarına gerçeğinden farklı değerler yükleyemez. Oysa edebiyatçının böyle bir şansı vardır. Çıkan ürün; şiir, öykü, roman her ne ise, kutsanmaya yatkındır ve sanatçıların bir kısmı bu yatkınlıktan yararlanmaya fazlasıyla heveslidir. Uykusuz geçen beş on gecenin ardından beş on cümle döker kağıda. Güzelliği bile tartıya gelmeyen, yenilmez içilmez sözlerdir ürünü. Gelin bir de ona sorun yaptığını. Belki de hayatın anlamını keşfetmiş, duyguların sırrını çözmüştür. Beynindeki hazineyi lütfedip diğer insanlara sunması da yüceliğindendir.
Edebiyatı bireysel ayrıcalıklar kazanma aracı olarak kullanmaya çalışanlar için kabul etmesi zor da olsa dünya öyküler, romanlar, şiirler yokken de döner. Doğru, yaşam bundan biraz etkilenir ama marangozlar grev yaptığında da her şey eskisi gibi olmaz. İnsanların alınlardan dökülen terin rengine göre sınıflandırıldığı bir dünyada yaşadığımız gerçeği, edebiyatçıların ağzını sulandırmamalı. Sanırım şu günlerde bir sanatçıdan şöyle bir cümle duymak şaşırtıcı olmaz: Bilmem neresini açan Allah’ın bilmen nesi, şu kadar para alıyor. ‘Bilmem ne’lerin varlığı bu cümlenin sadece bir tespit değil aynı zamanda isyan, hatta kıskançlık da içerdiğini gösteriyor. O muhterem bayanlarla aynı rahatlıkla para kazansa toplumdaki çelişkileri görmezden gelecek yazarların varlığını iddia etmek haksızlık mı? Peki şu an çok daha azı için öyleymiş gibi davrananlara ne demeli. Dürüst olmak gerekir ki, sadece sanatçıların değil, bir çok biliminsanının bile asıl derdi düzenin temelindeki haksızlık değil. Kendi emek guruplarının da ayrıcalıklı muamele görmemesinden rahatsızlar. Daha fazlasını elde etmek için, güzel beyinlerine güzel bir popoyla aynı değerin verilmesini istiyorlar.
Yazabilene tümü öyküdür
Yazar yaptığı işin anlamını abartma yanılgısına düşerse, doğaldır ki, hakkını alamamış insan psikolojisine bürünür. Acısından kurtulmak için, emeğine en yüksek değeri verenin hizmetine sunar kalemini. Aradığı değer paraysa onu halkın satın alamayacağı kesin. Hiç kimsenin, yazdıklarıyla insan olarak yücelmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Ama alçalmak için durum farklı. Yazar sadece kağıda döktükleriyle dünyanın en şerefsiz insanlarından biri olmayı becerebilir. Para değil, alkış bekliyorsa kalabalıklara döner yüzünü. Öyle önemli bir iş yaptığını düşünür ki, karşılığında ne kadar beğenilse azdır. Bu eğilim sanatçıyı şerefsiz yapmaz ama soytarılaştırabilir.
Öykü, roman, şiir sıradan şeylerdir. O kadar sıradandır ki, kanlı canlı hakikileri her gün sayısız kez tekrarlanır. Bir adam işini kaybeder; Bir kadın kocasını aldatır; İki komşu kavga eder. Yazabilene bunların tümü öyküdür.
Bir şeyin değeri abartılıyorsa onun arkasında kötü niyet aramalı. Yazarın yaptığı işin önemini fazla göstererek hak ettiğinin üstünde yarar sağlama hevesinden daha kötü bir niyet…Sanatı ve sanatçıyı belli çıkarlar doğrultusunda kullanmak gibi bir niyet…Kimse nereye gideceğini kontrol edemediği bir arabanın gazına basmaz.
Edebiyat hiç kutsal değildir ama çok zordur ve zorluğuna rağmen uğruna bir ömür verilebilecek kadar da zevklidir. Kalemini, Napolyon’un kılıcıyla kıyaslayanlar, Balzac bile olsalar, mutsuz ölmekten kurtulamazlar.